Ahlaki Çatışmalar ve Bireylerin Tercihleri // Necib Mahfuz, "Kahire Modern"

Ahlaki Çatışmalar ve Bireylerin Tercihleri
Necib Mahfuz, Kahire Modern, Kırmızı Kedi Yayınları, Şubat 2017

Necib Mahfuz’un Kahire Modern adlı romanında bireylerin yaşadıkları ahlaki çatışmaların tercihlerine olan etkisi iki temel karakter üzerinden ele alınmıştır. Mahcub’un ahlaken yozlaşmış ideolojileri Mahcub’un tercihlerini belirlerken, İhsan’ın ailesi ile arasında olan ahlaki çatışma İhsan’ın hayatını ve umutlarını değiştirecektir. Daha sonra da bu iki karakter bir araya gelip aynı ahlaki yargılara sahip olacak ve benzer tercihlere sahip olacaktır.

Mahcub yoksul bir aileden gelen, yoksul bir oğuldur. Hayatı boyunca daha güzel bir yaşama erişmeyi hayal etmiştir. Bu yüzden, Mahcub paraya ve ekonomik güce tapmaktadır. Onun felsefesinin ve ahlak anlayışının dibinde yatan aslında paraya ve zengin olmaya olan tutkusudur. Bu zengin hayatına erişmeyi bu kadar istemesinin nedeni şehvet dolu ve güzel bir hayata sahip olmayı düşlemesidir. “Dünyadaki her şey zenginlik” (Mahfuz, 95). Bunun etkisiyle Mahcub, zengin olmanın önünü açacağını düşündüğü çıkarcı bir ahlak felsefesi yaratır kendine. Bu felsefeyi doğru kullanmak ve ondan en iyi şekilde faydalanabilmek doğrultusunda toplumun dayattığı ilkeleri ve kuralları yadsır, çıkarlarına göre yeniden şekillendirir. “Artık toplumun sırrını öğrendiğine... göre, erdemlerini kusurlara, kusurlarını da erdemlere dönüştürebilecek miydi?” (Mahfuz, 28). Yapıt boyunca, Mahcub’un, ahlaki felsefesini uygulamaya koyabilmesi için karşısına bir sürü fırsat çıkar. Bunların arasından en önemli olanı, terfi edildikten sonra yapması gereken seçimdir. Mahcub altıncı kademeden dördüncü kademeye terfi edilir. Bu terfiden sonra elde edebileceği maaş onun için çok büyük bir ekonomik yükselme anlamına gelmektedir. Artık Mahcub’un “lüks hayatına” ve “sosyetenin çapkınlıklarına” harcayacak daha fazla parası olacaktır. Ne var ki, Mahcub’un yükselmesi, Mahcub’un, “düşmanı” olarak nitelendirdiği El-İhşidi’nin de gözünün açılmasına neden olur. Beşinci kademede bulunan El-İhşidi, Mahcub’a konumlarını ve bununlar beraber maaşlarını takas etmeyi önerir. Mahcub tehlikenin, El-İhşidi gibi acımasız ve kinci birinin reddedilmekten hiç hoşlanmayacağının, farkındadır. Bunu bilmesine rağmen Mahcub, paraya ve lükse olan düşkünlüğünün etkisiyle El-İhşidi’yi reddetmeyi tercih eder. “Endişelerini üzerinden atmak isteyerek masasının üzerine bir kâğıt parçası yayıp yeni maaşının miktarını yazdı” (Mahfuz, 182). Mahcub’un zengin hayatına verdiği önem ailesinin de yıkımına neden olmuştur. Ailesinin “ona hiçbir şey vermediğinden” o da, “onlara hiçbir şey vermemeyi” kararlaştırır. Mahcub tekrardan burada parayı, insan ilişkilerinin önüne koymaktadır. Bunlara ek olarak Mahcub, bürokraside yükselme ve statü kazanma konusunda yanıp tutuşan bir karakterdir. Onun için ahlak bu amaç doğrultusunda kullanılması gereken bir araçtan ibarettir. Mahcub’un üzerinde, onur ve ahlak gibi kavramların geçerliliği yoktur. O, bu düşüncesinin verdiği yetki ile, statü kazanmak için evrildiğini düşünmektedir. “Neden? İnsanların itibar olarak gördükleri şey umrunda mıydı?”  (Mahfuz, 107). Yukarıdaki anlatıldığı gibi, Mahcub kendi konumunu yükseltecek ve iktidarını arttıracak her eylemi uygun görür. Bu nedenden dolayı El-İhşidi ona maddi ve sosyal güç sağlayacak ama onu “ahlaksız” ve “onursuz” durumuna düşürecek bir teklif ile geldiğinde neredeyse hiç tereddüt etmeden kabul eder.

İhsan Şihata figürüne, ailesi tarafından onlara bakma görevi yüklenmiştir. O “ailenin geleceği”dir. Ailesi için İhsan’ın ahlakının veya onurunun bir değeri yoktur, “yedi küçük erkek kardeşinin” ve ailenin kalanının geçimi için İhsan’ın aileyi maddi olarak refaha çıkarması gerekmektedir. “Baban yardım etmen için yalvarıyor. Annen rica ediyor.”  (Mahfuz, 116). Bu nedenle ailesi onun üstünde baskı kurar ve onu, dönemin toplumu tarafından ahlaki açıdan kınanabilecek davranışlar yapmaya zorlar. İhsan’ın bu davranışlarından en ön plana çıkanı Kasım Fehmi Bey ile yakınlaşmasıdır. İhsan, ailesinin baskısına dayanamaz hale gelir “Ailesinin ağır yükü altında inliyordu.” (Mahfuz, 116) ve en sonunda evli bir erkek olan Kasım Fehmi Bey ile birliktelik yaşar.  İhsan ve ailesinin yaşadığı bu ahlaki uyuşmazlıklar bununla da sınırlı kalmaz. İhsan, ailesinin baskısı yüzünden aşk ve gelecek konusundaki umutlarından vazgeçerek tanımadığı bir erkek olan Mahcub ile evlenmek durumunda kalır. Bu evlilik sonrasında Mahcub ve İhsan bir araya gelir. İhsan kendi düşüncelerini Mahcub’un yükselme hırsı ve yozlaşmışlığı ile özdeşleştirir. Mahcub ve İhsan’da sınıf atlama hırsına adamışlardır kendilerini. Ne var ki, ikisinin de nedenleri farklıdır. İhsan, geçmişte yaşadıklarını -Kasım Fehmi Bey ile olan ilişkisini- ahlakına yediremez ve kendini içki ve sosyal hayata verir. Her akşam içki içmek, Kahire sosyetesinin eğlencelerine aktif olarak katılmak; İhsan’ın günlük hayatının bir parçası olur. Bu eğlenceleri daha da arttırmak içinse sınıf atlaması şarttır.  Mahcub’un durumu ise bambaşkadır. O, statüsünü arttırmak ister çünkü felsefesi bunu öğütlemektedir. Sonuç olarak iki figürde ahlaki sebeplerinden dolayı sosyal hayatta konum atlamak için mücadele ederler. Mahcub ve İhsan figürlerinin ahlakları bambaşka kazanlarda şekillenmiş olsa da, ikisi de romanın sonunda aynı yola sapmışlardır ki bu yolun sonunda uçurum olacaktır.

Dünya’nın her yerinde görülebileceği gibi Mahcub’un da İhsan’ın da ahlaki tutumları ve düşünceleri hayatlarını ve geleceklerini etkilemiştir. Ahlakın toplumun gözündeki yeri çok önemlidir. Romanın uzamı Mısır değil de -daha çağdaş, kozmopolitan, adalete önem veren...- başka bir ülke olsaydı, olayların akışı ve ahlaklarının bu figürlerin seçimlerindeki etkisi daha az veya daha çok olabilirdi.

-Bora

Yoksulluğun Bireylere ve Topluma Etkisi // Necib Mahfuz, "Kahire Modern"

Yoksulluğun Bireylere ve Topluma Etkisi

Necib Mahfuz, Kahire Modern, Kırmızı Kedi Yayınları, Şubat 2017

Yoksulluğun etkileri, belirli bir uzamda, o uzamda yaşayan bireylerin davranışları ve günlük yaşantıları üzerinden gözlemlenebilir. Necib Mahfuz’un Kahire Modern adlı yapıtında yoksulluk izleğinin bireylere olan etkileri çoğunlukla Mahcub Abdüldaim ve daha az da olsa İhsan Şihata karakterleri üzerinden aktarılmıştır. Ekonomik sıkıntılar ve genel anlamıyla yoksulluk Kahire’de yaşayan, Mahcub ve İhsan gibi, bireylerin günlük hayatlarını ve onların ahlaki seçimlerini derinden etkilemiştir. Bu nedenle de bu yan izlekler üzerinde duracak şekilde gelişme bölümünü iki paragrafa bölmek uygundur.

Yoksulluk izleği, Kahire’de yaşayan bireyler arasında sınıf ayrılıklarına sebep olmakta ve hayatlarını sürdürmelerini zor kılmaktadır. Gelişmekte olan bir ülke olan Mısır ve Kahire’de eğitime verilen önem giderek artmaktadır, buna kanıt olarak da yakın zamanda Kahire Üniversitesi’nin –Mahcub’un gittiği üniversite– açılması örnek verilebilir. Ne var ki yoksulluk, Mahcub gibi, eğitim gören bireyleri zor durumda bırakmaktadır. Bu da bireylerin yani öğrencilerin hem parasızlıkla hem de derslerle aynı zamanda mücadele etmesini gerektirmektedir. Mahcub, derslerinde başarılı olmalı ve aynı zamanda kaldığı pansiyonda normalde parasını ödeyerek bir başkasına yaptırdığı çamaşırcılık, aşçılık gibi işleri de üstlenmelidir. Sadece zaman ve emek harcayan bir sorun da değildir bu. Yaşadığı ekonomik sıkıntı Mahcub’u yeni ders materyallerini edinmekten bile alıkoymaktadır. Örneğin, Mahcub’un almak için bir sürü zorluğa katlandığı Latince kitabı. Bu parasal zorluklar karşısında Mahcub tek başına da değildir. Yapıtın başlarında Mahcub’un aradığı ucuz pansiyonlara başka öğrenciler tarafından yoğun talep olduğu belirtilmektedir ki normal şartlar altında, Kahire, yani Mısır’ın en zengin kenti olan başkentte yaşayan toplumun ekonomik açıdan refah sahibi olması beklenir. Ne var ki gerçeklik beklentiden uzaktır. Dahası, parasal sıkıntının başkentte bile yaşanması ülke çapında ekonomik bir krize işaret eder. Bu düşünceyi kanıtlamak için Mahcub’un ailesi örnek olarak ileri sürülebilir. Baba figürü yani evi geçindiren kişi çalışamaz hale geldiğinde aile dilenmenin eşiğine gelir. Neredeyse bütün eşyalarını satarlar ve açlık içinde hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Mısır hükûmetinin Mahcub’un ailesinin de dâhil olduğu fakir halka karşı takındığı umursamaz tutum, devletin “sosyal devlet” anlayışından ne kadar uzakta olduğunu kanıtlamaktadır. Buna ek olarak, takınılan bu tutum sadece belli başlı kişilere değil genel anlamda bütün bir bölgeye de olabilir. El-Kanatir’de yaşayan çoğu kişi, mesela, aynı Mahcub’un ailesi gibi parasal anlamda hükûmet tarafından destek alamamaktadır ki bu da onların hayatlarını zorlaştırmaktadır. Bu gelir adaletsizliği sebebiyle de Mısır’da “parası olan güçlü olandır” anlayışı benimsenmiştir.  Bu anlayış ise bir tür sınıflı toplum yapısı ortaya çıkarmıştır. Zengin ve güçlü olanlar trenlerdeki “birinci sınıf vagona” aitken fakir kesimler “üçüncü sınıf vagonu” kullanırlar. Buna ek olarak, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf adlı eserindeki halk tarafından kabullenilmiş olan “parası olanın ırzı da olur” mantığı bu yapıtta da geçerlidir. El-İhşidi, Kasım Fehmi ve –yapıtın sonunda– Mahcub gibi figürlere “bey” ya da “beyefendi” olarak hitap edilmesi ve bir dedikleri iki edilmeyecek kadar saygı gösterilmesi de bunu destekler niteliktedir.

Yaşadıkları yoksulluk bireylerin ahlaki tercihlerini de etkiler. Mahcub’un, arkadaşlarından kendi ihtiyaçlarını karşılamak için para istemek zorunda kalması Mahcub’a göre “onur zedeleyici” bir davranıştır ve ahlaki bakımdan normalde asla kalkışmayacağı bir harekettir. Buna rağmen yaşadığı yoksulluk onu bunu yapmaya itmiştir. Parasızlık nedeniyle karşılayamadığı beslenme gibi bireysel istekler ise aynı zamanda Mahcub’un “İd”inin baskın dürtü olmasını sağlayarak davranışlarına kontrolsüzlük ve yabanilik getirmiştir. Piramitlere yaptıkları gezide, Mahcub’un Tahiya’yı taciz etmesi de, bu nedenle, yaşadığı ekonomik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır. Mahcub, Tahiya’yı “yükselmenin bir aracı” olarak yani, statü bakımından yükselmenin ekonomik bir güç elde etmek demek olduğu dönemin Mısır’ında, maddi bir gelir kaynağı ve bireysel isteklerinin gerçekleşmesinde büyük bir adım olarak görmektedir. Buna ek olarak, Tahiya ile istediğini elde edememiş olan Mahcub yapıtın sonlarına doğru İhsan’la evlenmeyi kabul ederek yaşadığı ekonomik sıkıntılara bir çare bulacaktır. Bu evliliğin gerçekleşmesini istemelerinde iki tarafın da benzer nedenleri vardır. Mahcub açlık sınırlarında sürdürdüğü hayatından kurtulmak ve çevresi tarafından saygı duyulan birisine dönüşmek isterken İhsan’da kendisine yüklenmiş olan “yedi küçük kardeşini doyurma” görevini –Ne de olsa, Şihata Türki’nin maaşı ailelerini doyurmaya güç bela yetmektedir– üstlenmeye çalışmaktadır. Bu yolda mücadele ederken İhsan aynı zamanda ahlaki bakımdan “yozlaşmış” olarak nitelendirilebilecek davranışlarda da bulunur. Mesela, uzun bir süredir sevgilisi olan Ali Taha’yı hiçbir açıklama yapmadan terk eder ki bu da tekrardan yoksulluğun ahlaki tercihlerdeki etkisine işaret eder. İhsan ile evliliğinden sonra Mahcub’un artan geliri de onu ahlaki bir ikileme sokacaktır. “Açlık ve sefalet” dolu günlerine dönmek istemeyen Mahcub, ailesine para verip vermeme konusunda bir süre tereddüt ettikten sonra parasını kendine saklamanın en doğru tercih olacağına kanaat getirir. Bu seçimi yapmasında etkili olan Mahcub’un yeniden “yoksul” günlerine dönmekten duyduğu korkusudur. Yoksulluk, Mahcub’u günümüz toplumlarında “ahlaksız” konumuna düşürebilecek bir davranışta bulunmaya zorlamıştır.

Sonuç olarak, ekonomik zorluklar Mahcub ve İhsan’ın hayatında güçlü etkilere sahip olarak ve ahlaki tercihlerini etkileyerek ikisinin de bir bakıma “yozlaşmasında” önemli rol oynamıştır. Mısır’ın geneli ile kıyaslandığında ise durum aynıdır; gerek El-Kanatir’de gerekse Mısır’ın başka bölgelerinde yoksulluk insanların, hayatlarının şekillenmesinde ve sık sık yozlaşmalarında görmezden gelinemez bir yere sahiptir. Bir adım daha geriye atılıp büyük resme bakılacak olursa, Avrupa gibi dünyanın öne çıkan bölgelerinde de –Bu ilişki ne kadar azalırsa azalsın– refahın ve mutluluğun, yoksulluk ile ters orantılı olduğu göze çarpmaktadır.

-Bora

Zaman Algısındaki Değişim // İlhan Selçuk, "Çocukla Yelkovan"

Zaman Algısındaki Değişim

İlhan Selçuk, "Çocukla Yelkovan"

İnsanın yaşamı boyunca zaman kavramını algılama biçimi hayatının da değişmesiyle bir değişikliğe uğrar, çünkü çocukken sahip olunan bakış açısı birey farklı deneyimler edindikçe aynı kalmayacaktır. İlhan Selçuk’un “Çocukla Yelkovan” isimli denemesinde zaman algısındaki fark, çocukken ve yetişkinken zaman kavramını algılayışın sunulduğu iki ayrı kesit üzerinden anlatılmıştır.

Denemenin ilk kesiti olan bölüm, anlatıcının çocukluğundaki zaman hakkında düşüncelerini ifade ettiği bölümdür. Anlatıcının bu kesitte meraklı ve sorgulayıcı bir tutum sergilediği görülmektedir. Zamanın sabit ve değişmeyen bir şey mi, yoksa yetişkinlerden duyduğu gibi farklılık gösterebilen bir kavram mı olduğunu merak etmektedir. Ayrıca anlatıcı bu kesitte büyüklerin farklı anlarda zamanın hızlı veya yavaş aktığını iddia etmesi nedeniyle “Zamanla insan arasındaki ilişkilerden bir şey anlaşılmıyordu.” diyerek yetişkinlerin zaman hakkında söylediklerinin karmaşık ve anlaşılmaz olduğunu ifade etmiştir. “Zaman saatlere ve insanlara göre değişiyor muydu?” şeklindeki sorusunda anlatıcı, çocuksu bir kafa karışıklığı ile merakını dile getirmiştir. Anlatıcının ifadelerinin bu kesitte birçok masum ve yüzeysel sayılabilecek birçok soru içermesi, kesitteki anlatımın bir çocuğun meraklı doğasını daha iyi yansıtmasını sağlamıştır. “Eski saat kulesinin işlemeli kadranında yelkovanı izlemek; zamanla aramda bir oyundu.” ifadesinde de anlatıcının çocukluğunda zamanı ancak bir oyun olarak kavradığını belirtilmektedir. Bu nedenle anlatıcı “Yakalamak istiyordum zamanı.” cümlesiyle gerçekçilikten uzak ve bir oyuna benzediği için tekrar çocukluğuna vurgu yapan bir ifade kullanmıştır. “Akrep zaten yelkovandan ayrıydı; ağırbaşlıydı.” şeklindeki kişileştirmesi de benzer bir şekilde anlatıcının çocuksu anlayışına yapılan bir vurgudur. “Zaman duygusunu o eski saatin yelkovanı bilincime yazmış.” İfadesinde de anlatıcının çocukken zamanı ancak somutlaştırarak anlayabildiği anlaşılmaktadır. Yani denemenin ilk kesitinde anlatıcının küçükken zaman hakkındaki hissettikleri üzerinden bireyin, çocukken zamanı anlaşılması zor bir gizem olarak algıladığı belirtilmiştir.

Anlatıcının yetişkinliğe ulaştığı zamanki düşüncelerini belirttiği ikinci kesitte ise zaman kavramı daha farklı gösterilmiştir. Çocukken anlatıcı için gizemli bir şey olan zamanın artık ürkütücü bir hal aldığı görülmektedir. Bunun nedenlerinin birisi anlatıcının geçmişi özlemesidir çünkü yıllar geçmesinin ardından eskiden yaşadığı yer hakkında “Sebzelerin yetiştiği ve taze toprak kokusunun yükseldiği yerlere beton apartmanlar mı dikildi?” gibi sorulara yer vermiştir. Anlatıcının bu sorgulamaları aslında değişimi sorguladığını gösterir; yani yalnızca zaman değil, zamanla birlikte dünyanın ve kendisinin de değiştiğinin bilincindedir. Anlatıcının verdiği “‘Geç kalıyorum…’, ‘Vakit kalmadı…’ ve ‘Zamanım yok…’” ifadeleri, çocukluğunda yetişkinlerden duyduklarına benzer şikayetlerdir. Bu durumdan da kendi değişimi gözlemlenmektedir çünkü çocukken anlam veremediği bazı cümleleri artık kendisinin de kurduğu gözlemlenmektedir. Buradan, eskiden yetişkinler söz konusu olduğundaki tartışmacı tutumunun, kendi yaşının da ilerlemesiyle duygudaş bir tutuma dönüştüğü görülmektedir. “Sen durdukça duran, sen yürüdükçe yürüyen, sen koştukça koşan; hem senin dışında hem enin içinde yaşayan zamana karşı çaresiz değil misin?” ifadesiyle anlatıcı, zamanın kendisine kıyasla çok daha güçlü ve çocukluğunda hayal ettiği gibi yakalayamayacağı bir şey olduğunun bilincinde olduğunu göstermiştir. Bu bağlamda eskiden istediği zamanı yakalama amacını büyüdüğünde “çocuk enayiliği” olarak görmesi, kendisini artık zaman karşısında çaresiz hissetmesinden kaynaklıdır. Küçükken olduğu gibi zamanı gizemli, somut ve yakalaması gereken bir şey olarak görmek yerine artık onu üzerinde güce hakim olmadığı, yakalanması mümkün olmayan ve korkunç bir kavram olarak algılamaktadır. Zaten bu var olan korkusunun etkisiyle dijital saatlerden, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini saniyeleri de göstererek vurguladığı için, hoşlanmadığı anlaşılmaktadır. Bunun nedeni geçmişteki dakikada bir değişen ve çocukluğunda ona kıpırdamıyormuş gibi gelen yelkovanlı analog saatlere kıyasla dijital saatler anlatıcıya zamanın ne kadar hızlı ilerlediğini düşündürtmektedir. Anlatıcı bu dijital saatlere olan rahatsızlığını “…kırmızı sayılar sinir bozucu, korkutucu, ürkütücü alarm işaretleri gibi…” şeklindeki benzetmesiyle belirtmiştir. “Alarm işaretleri” şeklindeki ifadesinden dijital saatlerin ona zamanının azaldığını hatırlattığı çıkarılmaktadır. Yaşı ilerledikçe zamanının da azaldığını hisseden anlatıcı, denemenin sonunda “Eskiden kıpırdamayan yelkovanlar, şimdi kırmızı alarm işaretleri gibi yanıp sönen saniyelere dönüştüler; büyüyüp yaşlanan çocuğu kovalıyorlar.” ifadesiyle geçmişteki zamanı kovalama hayaline zıtlık ile gönderme yaparak kendi zamanının bitmesi düşüncesinden duyduğu korkuyu ifade etmiştir. Artık yaşlanmış olan anlatıcı, çocukluğundan farklı olarak zamanı kendisini kovalayan bir tehdit olarak düşünmektedir.

Sonuç olarak “Çocukla Yelkovan” denemesinde zaman geçtikçe insanın zaman algısının da değiştiği belirtilmektedir. Anlatıcı zaman algısındaki bu değişimi, çocukluğundaki zaman hakkındaki düşünceleri ve ardından onlara kıyasla yetişkin olduğu zamanki karşıt düşüncelerini bir arada vererek ve bir tezatlık oluşturma yoluyla ifade etmeyi seçmiştir.

-Elif


Kimlik Problemi // Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler"

Kimlik Problemi

Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler", Yapı Kredi Yayınları

Her birey kendini var edebilmek için bir kimliğe ihtiyaç duyar. Bu kimliği oluştururken bireyin yaşadığı ülke, içinde bulunduğu toplumun kültürü, dini, cinsel yönelimi gibi birçok farklı etken üzerinde durulabilir. Bazı insanlar kimliklerini oluştururken özellikle belli bir aidiyeti vurgulama eğilimindedirler. Özellikle bu aidiyetleri insanlar arasında bir ayrılığa yol açıyorsa bazen kendilerini doğruluğunu sorgulamaya bile fırsat kalmadan kendi taraflarını daima destekler bir durumda bulurlar. Bunun nedeni de çoğu zaman desteklemedikleri takdirde üzerlerinde oluşan toplum baskısıdır.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı yapıtında insanların kimlik anlayışının nasıl oluştuğunu ve bunun insanlığa etkisini sorgulamaktadır. Anlatıcıya göre insanların kimliklerini oluştururken bir aidiyete yoğunlaşmaları sakıncalıdır. Anlatıcı bu düşüncesinde haklıdır çünkü eğer insan tek bir özelliğini hep vurgulamaktaysa o özelliğin en ufak bir tehdit altında olduğunu hissettiğinde ne pahasına olursa olsun kimliğinde bu kadar büyük bir rol oynayan aidiyetini savunmak zorunda hissedecektir. Kendi kimliğini korumak uğruna yapacağı her şeyin kabul edilebilir olduğu yanılgısına kapılacaktır. Yanılgı kelimesini kullanmamın nedeni böyle gelişen bir durumda insanın cinayet gibi en uç noktadaki suçlardan birini bile makul görmesinin aslında kabul edilebilir bir yanının olmamasıdır. Bireyin bunu makbul görmesinin sebebi de kimliğini ayakta tutan o temel aidiyete olan bağlılığıdır. Yani kimliğini oluştururken insanların dar bir bakış açısıyla, zenginlikten uzak sınırlı aidiyetlere takılı kalmaları, başka bir durumda belki kendilerinin de makul görmeyeceği eylemlerde bulunmalarına yol açmaktadır. Bu yüzden anlatıcı eserinde birçok yerde kendi aidiyetlerinden örnek vererek kimliğini oluşturan tüm ögeleri kabul etme çabasındadır. 

Sonuç olarak anlaşılmaktadır ki insanlar kimliklerini olduğu gibi ve aşırı radikal bir biçimde belirli aidiyetlere takılmadan kabul ederlerse dünyada gerçekleşen bazı olayları daha objektif ve rasyonel bir bakış açısıyla algılayabilirler.

-Elif


Cinsiyet Eşitsizliği İzleğinin Sınıf Farklılıkları Üzerinden Yansıtılışı // Sabahattin Ali, "Kuyucaklı Yusuf"

Cinsiyet Eşitsizliği İzleğinin Sınıf Farklılıkları Üzerinden Yansıtılışı

Sabahattin Ali, "Kuyucaklı Yusuf", Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2020

Cinsiyet eşitsizliği kendini farklı uzamlarda farklı hallerde gösterebilir ve bu “eşitsizliğin” boyutu, onu yaşatan veya yaşayan kişinin sosyal sınıfına bağlı olarak değişebilir. Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf adlı yapıtında cinsiyet eşitsizliği izleği sosyo-ekonomik açıdan farklı konumlara sahip bireyler üzerinden aktarılmaktadır. Bu eserde, cinsiyet eşitsizliğinden kötü anlamda en çok etkilenen taraf kadınlardır. Sosyal sınıfa dayalı olarak erkeğin kadına bakış açısı iki temel yan izlek üzerinden incelenmiştir; bunlar, kadının objeleştirilmesi ve kadının pasif davranışlarıdır.

Yapıtın geneline bakılacak olursa, sosyal sınıflarına bağlı olarak, belli başlı bazı kadın figürlerinin objeleştirildiği gözlemlenmektedir. Şakir, örnek olarak, Muazzez’i alınıp satılacak bir mal ve bir statü arttırma aracı olarak görmektedir. Şakir’in bu davranışının nedenlerinden en önemlisi konumu güçlendirmek istemesi ve Yusuf’a karşı herhangi bir mücadeleyi kaybetmeyi kendisine yakıştıramamasıdır. Bu noktada sosyal konumu güçlendirme aracı olarak, anlatıcı, bir kadın figürünü –Muazzez’i– ön plana çıkarmaktadır. Yapıtta resmedildiği üzere, kadın karakterlerin para ve dolaylı olarak statü için el değiştirdiği tek olay bu değildir. Şahinde’nin de süslenip güzelleştirilerek aynı Muazzez gibi “satıldığı”ndan yapıttın başlarında bahsedilmektedir. Bu iki örnekten yola çıkarak kadınların eğitim durumu ile ilgili bir yorum da yapılabilir. Eserin geçtiği Anadolu bölgesinde, kadınlar çeyiz ve statü için bir takas malzemesi olarak görüldüğünden eğitimlerine ve kendilerini geliştirmelerine aileleri ve yakınları tarafından pek önem verilmez. Bu da, iki cinsiyet –erkek ve kadın– arasındaki uçurumun büyümesine neden olarak bu iki kutup arasında çeşitli çatışmalara yol açar. Salahattin’in Şahinde’yi eğitme çabaları sonucunda kavga etmeleri bunu destekler niteliktedir. Anlatıcı tarafından aktarılan bu durum –dönemden ve yapıtta işaret edilenlerden yola çıkarak– sadece Şahinde ve Muazzez’e özgü değildir. Eserin geçtiği tarihlerde Anadolu’da kadınların ticaret ürünü gibi el değiştirmesi oldukça yaygın bir durumdur ve bölgenin hemen hemen statü bakımından her kesimine hitap etmektedir ki yapıtın tarif ettikleri de bunu güçlendirmektedir. Şahinde, eserin başlarında, bir kaymakam yani devlette önemli bir yere sahip olan Salahattin’e konum olarak yaraşır bir ailenin seçkin bir kızıymışçasına betimlenmektedir. Muazzez ise, yapıtın sonlarında; Şakir, Hilmi Bey ve yeni kaymakam gibi Edremit’te sözü geçen kişilerin insafına kalmış bir durumdadır, babasının hayatta olduğu zamana kıyasla statüsü ve gücü oldukça azalmıştır. Ne var ki, Şahinde’nin statüsünün Muazzez’inkinden büyük bir miktarda güçlü olmasına rağmen, bu iki figürde başkaları tarafında bir “değiş tokuş” aracı olarak kullanılmaktan kurtulamaz.

Kadın figürleri yapıtın büyük bir bölümünde, özellikle de aile içinde, pasif bir konuma bürünmüşken bu durum sosyal konuma bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Yapıtın ortalarında, Yusuf’un öz baba ve annesinin sık sık tartıştığından ama bunların aslında çoğu zaman babasının annesine haksız yere kızması ve annesinin tepki gösterememesinden ibaret olduğu vurgulanmaktadır. Yusuf’un öz ailesinin ekonomik olarak zor şartlar altında yaşadığı ve düşük bir sosyal konuma sahip olduğu da dikkate alındığında bu tür statüye sahip ailelerin içinde yaşanan çatışmalarda kadın –ya da anne– tarafının daha etkisiz veya pasif olduğu sonucu çıkarılabilir. Bunun olası bir nedeni ise erkeklerin yapıları gereği daha güçlü olmaları ve bu nedenle de dönemin, özellikle de Anadolu’da, yaygın uğraşlarından biri olan çiftçilik işlerini yürüterek evi tek başlarına geçindirmeleridir yani ekonomik güç onların elindedir. Bu düşünceyi destekleyen başka bir örnek ise, Kübra ve annesinin taciz edilmeleridir. Paranın statü demek olduğu dönemin Anadolu’sunda Kübra ve annesi ekonomik açıdan Hilmi ve Şakir’e bağımlı olarak yaşamaktadır. Bu bağımlılık onları konum olarak bir “hiç” boyutuna indirgediğinden Hilmi ve Şakir’in saldırılarına da korumasız bırakmıştır. Yaşanan bu olaydan sonra bile Kübra ve annesinin Yusuf’u bıçaklamak için hala manipüle edilebilmeleri ve işverenlerine onlara yeni bir iş sunarak maddi destek sağlayabilecek Yusuf’un yardımı olmadan başkaldıramamaları da kadının pasifliğinin sosyo-ekonomik nedenlerden kaynaklanabileceğine işaret etmektedir. Buna rağmen yapıtta kadının davranışlarında, artan sosyal konumun etkisiyle farklı bir durum gözlenmektedir. Salahattin ile olan evliliğinde Şahinde, daha saldırgan bir konuma bürünmüştür. Yusuf’un babasının annesine yapabildiği gibi, Salahattin de denemiş olmasına rağmen Şahinde ile olan tartışmalarında ne fiziksel gücünü kullanarak ne de bağırıp çağırarak gerçek bir üstünlük sağlayamamıştır. Sosyo-ekonomik durumu daha iyi olan bütün ailelerde olduğu gibi bu ailenin de düşük konumdaki bir aileden daha fazla tanıdığı vardır. Salahattin ve Şahinde arasında gerçekleşen bu çatışmanın genelde Şahinde’nin üstünlüğü ile bitmesi de bu tanıdıklardan kaynaklı bir toplumsal baskının sonucudur. Şahinde, kocasının ağırlığı altında ezilmediğini ve saygıdeğer bir figür olduğunu tanıdıklarına kanıtlama düşüncesi ile bunun gibi tartışmaları kaybetmemek için ekstra bir çaba harcamaktadır. Ne var ki düşük statüye sahip –Yusuf’un ailesi gibi– bir ailenin üyesi olan bir anne figürünün böyle bir sorunu yoktur çünkü Şahinde’nin ailesi kadar çok tanıdığa sahip değildir. Üstelik olsa da; daha büyük, ekonomik, sorunları vardır.

Sonuç olarak, Kuyucaklı Yusuf’ta cinsiyet eşitsizliği farklı derecelerde farklı sosyal sınıflara ait kadın figürler tarafından aktarılmıştır. Bu eserde, sosyal sınıflarının kadınlara karşı olan cinsiyet eşitsizliğini bazı noktalarda azalttığı, bazı noktalarda da arttırdığı vurgulanmıştır. Buna rağmen, büyük resme yani Anadolu’ya bakılacak olursa; kadınlara yönelik eşitsizlik ve ayrımcılık, Avrupa gibi, çağdaşlaşmış bölgelere kıyasla kabul edilemeyecek miktarda fazladır ve en önemlisi, vardır.

-Bora

Panteri Evcilleştirmek, Birinci Bölüm / Benim Düşüncelerim // Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler"

Benim Düşüncelerim

Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler", Yapı Kredi Yayınları, Mart 2020

Genel olarak anlatıcının metni günümüz dünyası ile bağlantılar kurarak anlatması metne çağdaş bir hava katmasından ötürü çok hoşuma gitti ve “kimlik ve kültür” konularının çağımızda –hatta özellikle de çağımızda– ön plana çıkan tartışma konuları olduğunu bana bir kez daha hatırlattı. Anlatıcının bölüm boyunca sürekli olarak verdiği “Amerika” örneği ise modern dünyada ön plana çıkan Amerika Devleti’nin kültürel anlamda barındırdığı çeşitliliğinin; orada yaşayan toplumlara olan etkisi benim Amerika, İngiltere, Fransa gibi kozmopolit ülkelerin toplumlarının asıl kimlikleri hakkında düşünmemi sağladı. Dünyalılaşmanın kültüre ve kimliğe etkisi konusunda anlatıcının görüşlerine tamamen katıldığımı da belirtmek isterim. Anlatıcının çıkarımları, İslam dünyasının neden çağdaşlaşamadığı konusunda da bana yeni ve oldukça anlaşılabilir bir fikir sundu. Buna ek olarak, “eğer uluslar dünyalılaşmayı kendileri ile özdeşleştiremiyorsa, dünyalılaşmadan uzak dururlar” düşüncesi de günümüz dünyası ile kesinlikle bağdaştırılabilir. Genel olarak –ülkemiz de dâhil– İslam dünyasının, merkezi Batı olan modernleşme yolunda bu kadar yavaş ilerlemesi de buna kanıt niteliği taşımaktadır zaten. Bunun dışında, anlatıcının yalnızlık ve kültürü yansıtan ögeler arasındaki bağ hakkında yaptığı saptamayı da isabetli bulduğumu belirtmeliyim. Bunun devamında anlatıcının polisiye dizilerindeki karakterlerin etnik kökenleri hakkında yaptığı çıkarımlarını hem doğru –dolayısıyla da komik– hem de çok yerinde buldum. Günümüz medyasında bu tür noktaların titizlikle ele alındığı gerçekten de gözlerden kaçmayan bir gerçek. Beni bu bölüm boyunca en çok etkileyen ve düşündüren de küresel medyada benim daha önceleri de –ve anlatıcının– gözlemlediğim bu davranışın sonuçları oldu. Yansıtılan bu “eşitliği zorla ön plana çıkartma” fikri önyargıların ilerlemesine mi neden oluyor yoksa gerilemesine mi? Bana kalırsa bu üzerine uzunca düşünülebilecek bir konu. Son olarak, anlatıcının bölüm boyunca bu tür konuları ustalıkla, hem ciddi hem de samimi bir dille anlatabilmesi gerçekten de deneme yazmanın düşünce aktarım gücünü bir kez daha kanıtladı bana.

-Bora

Panteri Evcilleştirmek, Birinci Bölüm // Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler"

Panteri Evcilleştirmek - Birinci Bölüm

Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler", Yapı Kredi Yayınları, Mart 2020

Anlatıcı, Ölümcül Kimlikler adlı denemenin bu bölümünde güncel hayatın yarattığı kültür sorunlarını ele alarak kültürünün ve dolayısıyla da kimliğinin “dünyalılaşma” nedeniyle tehdit altında olduğunu hisseden günümüz toplumlarının davranışlarını açıklamak ve bu davranışları barışçıl hale getirmek istemektedir. Anlatıcının bölümün ilk paragrafında “ölümcül” olarak nitelendirdiği bu davranışları sergileyenler kimliğinin bastırıldığını veya indirgendiğini hisseden gruplardır. “ölümcül” derken yazar saldırgan ve dünya da “yolunda gitmeyen işlere” sebep olan davranışlardan bahsetmektedir aslında. Bu tür davranışları ile yukarıda bahsedilen gruplar “aşırılıklar ve eşitsizlikler” gibi problemlere yol açmaktadır. Beyrut’ta bir Arap olarak dünyaya gelmiş, daha sonra da Fransa’ya taşınmış Anlatıcı, azınlıkların –bu durumda, Batılı ülkelerde yaşayan Arapların- bu tür sorunlara yol açabileceğini gözlemlemiş olduğu için bu toplumlarla empati kurup durumu daha iyi aktarabilmektedir. Ne var ki anlatıcı, bu ölümcül davranışları “kınamaktadır” ve bu davranışlara gerek olmadığını, günümüzün “dünyalılaşan dünyasında” her bireyin kendini biraz bastırılmış ve biraz yabancı hissettiğini savunmaktadır. Anlatıcı bu ölümcül davranışlardan biri olarak kültürü bastırılan azınlık bir topluma ait bir bireyin küsüp içine kapanmasını örnek gösterir. Bu davranışın anlamsızlığına işaret etmek için anlatıcı, çağdaş dünyada her kültürün kucaklandığını ve “dünyanın ortak mirasına dâhil edildiğini” anlatmaktadır. Bu sebeple de ölümcül davranışlara, dolayısıyla da çatışmaların yaşanması için bir sebep yoktur. Anlatıcı bu düşüncesini güçlendirmek için kültürel ”iktidarın elinde olduğu düşünülen Protestan Ango-saksonlar’ın” bile kendilerinin ihmal edildiğini ve kültürel varlıklarının bastırıldığını düşündüklerini aktarmaktadır. Bölümün son iki paragrafında anlatıcı kültürel varlıklarının tehdit altında olduğunu hisseden toplumlara yeni bir bakış açısı getirmeyi hedeflemektedir. Anlatıcı, bu toplumların kültürlerini yüceltmek ve sevilmesini sağlamak için “enerji, tutku ve yaşama iştahı” ile hareket ederek ve modern dünyanın sunduğu olanakları değerlendirerek başarılı olabileceklerini anlatmaktadır.

-Bora

Saniyeyle Yetişkin // İlhan Selçuk, "Düşünüyorum Öyleyse Vurun"

Saniyeyle Yetişkin

İlhan Selçuk, "Düşünüyorum Öyleyse Vurun", Çağdaş Yayınları, 1993

Zaman kavramına olan bakış açıları, bireyler olgunlaştıkça değişir. İlhan Selçuk, Düşünüyorum Öyleyse Vurun adlı denemesinde bireylerin çocukluk ve olgunlaştıktan sonraki dönemlerinde zaman kavramına olan bakış açılarının farklı yönlerde evrilebileceğini vurgulamaktadır. Bunu yaparken kullandığı deneme türü bu vurgunun samimi bir tonla aktarılmasını ve okuyucunun da anlatılanlarla kendi yaşamı arasında bağlantılar kurabilmesini sağlamıştır. Metnin ana izleği olan “zaman algısının” işlenmesinde yazar-anlatıcı metni iki anlamsal kesite bölmüştür. Birinci anlamsal kesitte yazar-anlatıcı metnin ana izleğine çocukkenki bakış açısını ikinci kesitte de bir yetişkin olarak bakış açısını anlatmaktadır. Metnin genelinde ise ipucu izlek ve retorik soru kullanımı ile de bu iki bakış açısı arasındaki keskin farkları belli etmektedir.

Metnin birinci anlamsal kesitini birinci satırından kırkıncı satırına kadar uzanan bölüm oluşturmaktadır. Bu kesitin ana iletisi çocukların zamanı olgun bireylerden daha yavaş ve farklı bir biçimde kavradığıdır. Bu iletiyi okura sunan yazar-anlatıcıdır. “yaşadığım” ve “bayılırdım” gibi sözcüklerde kullanılan “ben” dili bunun kanıtıdır. Anlatıcının birinci tekil kişi kipini kullanmasının sebebi okuyucuyla arasında samimi bir bağ kurabilmek ve iki tarafın da zaman algısının ortak paydalarda geliştiğini anlatabilmektir. Beşinci satırda “Durup beklerdim” tümcesi ile yazar-anlatıcı çocukluğunda zamanın karşısında adeta kendisinin de durup beklediğini çünkü bunu yapabilecek kadar zamanı olduğuna dikkat çekmektedir. Bunu yaparken de kısa bir cümle kullanarak eskiden yapmış olduğu bu davranışın şimdi ona ne kadar anlamsız geldiğine işaret etmektedir ki bu şekilde de okuyucuya ikinci kesitte varacağı bir çıkarım ile ilgili bir ipucu izlek sunmaktadır. Yedinci ve on birinci satırlarda yazar-anlatıcı çocukken sorduğu soruları tekrarlayıp bunların üzerine düşünerek yetişkinler ile çocukların zamanı algılayışı arasına bir perde çekiyor. “ofluyorlar, pufluyorlar, patlıyorlar” kelimelerini özellikle seçen yazar-anlatıcı çocukların, yetişkinlerin zaman algısı karşısındaki eleştirel tutumunun altını çiziyor. On ikinci ve on sekizinci satırlar arasında da günlük hayatta yetişkinlerin birbirleriyle çelişen söylemlerini bir çocuğun eleştirel yaklaşımı ile gözler önüne seriyor yazar-anlatıcı. Bunu yaparken de üç nokta kullanarak yetişkinlerin bu tür çelişkileri sık sık yaptığını ima ediyor. Bunun devamındaki on dokuzuncu ve yirmi birinci satırlar arasında yazar-anlatıcı “Hangisi doğruyu söylüyordu?” tümcesi ile bir çocuğun gözlerinden, yetişkinlerin zaman algısının objektif olandan ne kadar uzak olduğunu,  onlarınkini bir saat kulesininki ile kıyaslayarak veriyor. Bunu yaparken retorik soruların kullanımından geniş bir biçimde yararlanan anlatıcı çocukların sahip olduğu sorgulayıcı ve meraklı mizacı da art arda sorular sıralayarak kendi düşüncelerinde taklit ediyor. Aynı zamanda, kendi kendine geçmişteki zaman algısı ile ilgili olarak bazı şeyleri sorguluyor ve okuyucuyu da bu sorular sayesinde düşünmeye itiyor. Yirmi ikinci satırda zaman kavramının göreceliliği ile ilgili bir soru ortaya atan yazar-anlatıcı zamanın farklı bireyler tarafından farklı şekillerde algılanabileceğinin de altını çizmiş oluyor.

Yirmi altıncı ve otuzuncu satırlar arasında yazar-anlatıcının okura vermek istediği asıl mesaj çocukken zamanın yavaş geçtiğine inandığıdır. Saatin akrebini “ağırbaşlı” olarak niteleyen anlatıcı zamanın eskiden günümüzde olduğu kadar hızlı geçmediğine dikkat çekmektedir. Yelkovanı yakalamanın “bazen” mümkün olduğunu dile getiren anlatıcı bir ipucu izlek aracılığıyla ikinci kesitte anlatacağı bir durumla tezatlık yaratmaktadır. Akrep ve yelkovanı barındıran saat kulesini “eski” olarak nitelemesi de anlatıcının zamanın yavaş aktığı günlerin geride kaldığını söyleme biçimidir. Aynı zamanda bu saat kulesini “işlemeli” olarak tanımlaması da metnin ikinci kesitinde anlamı ortaya çıkacak olan bir ipucu izlektir. Otuz altıdan kırka kadar olan satırlarda yazar-anlatıcı masalsı ve tekerlemesi bir anlatım yakalayarak çocukluk zamanlarına göndermede bulunmaktadır. Bunu yaparken imgelerden de yararlanarak çocukluğundaki zaman algısına işaret etmektedir. Anlatıcının otuz yedinci satırda bahsettiği “bostan kuyusu” saat çemberini ifade etmektedir. Aynı satırda, akreple yelkovanın “beygire” benzetilmesi anlatıcının çocukluk dönemlerinde akreple yelkovanın ve dolaylı olarak zamanın bir bostan kuyusu beygiri kadar bezmiş ve yavaş hareket ettiğine bir işarettir. Akreple yelkovanın bu hareketinin betimlenirken “dönmek” yerine “dönenmek” gibi daha dolambaçlı bir kelimenin kullanılması da anlatıcının çocukluğunda zamanın yavaş aktığının yeniden altını çizmek içindir. Retorik sorular kullanarak zamanın aktığına ve o büyüdükçe modernleşmenin de arttığına dikkat çeken yazar-anlatıcı, bahsi geçen bu satırları metnin bütünlüğü içerisinde çocukluk anılarında günümüze bir geçiş olarak kullanmaktadır.

Kırkıncı satırdan metnin sonuna kadar olan bölüm ikinci anlamsal kesiti oluşturmaktadır. Bu kesitin ana iletisi olgunlaşan bireylerin zaman algısının çocuklarınkine tezatlık oluşturacak şekilde geliştiğidir. Kırk beşinci satırda yazar-anlatıcı, çocukken daha harcayacak çok zamanı olduğuna inandığını ancak bunun gerçek olmadığını büyüyünce anladığını günlük konuşma dili kullanarak okuyucuya aktarmaktadır. Eskiden “zamanı yakalamaya çalıştığını” belirten anlatıcı çocukken zamanın ondan kaçtığını düşünme yanılgısını “enayilik” sözcüğü ile vurgulamaktadır. Bu sözcük seçiminin gerekçesi okuyucuyla samimi bir bağ kurup bir mesaj verebilmek olduğu kadar aynı zamanda çocukken sahip olduğu bu düşüncesini günümüzde ne kadar saçma bulduğunun altını çizmektir. Bu nokta yazar-anlatıcının metnin ilk kesitinde yer verdiği “Durup beklerdim” cümlesi ile bağdaştırılabilir çünkü o cümle yazar-anlatıcının geçmişte olan algısı üzerindeki günümüz görüşlerinin bir yansımasıdır. Bunun devamında metnin ilk kesitinde yetişkinlerin ağzından verdiği örneklere benzer olarak yazar-anlatıcı kendi tümcelerine yer vermektedir. Bunun sebebi artık çocukluğundaki zaman algısının dışına çıktığını göstermek ve yetişkinlerle zaman kavramı konusunda aynı düşünceyi yani zamanın az olduğu düşüncesini paylaştığını aktarmaktır. Bu cümleleri ile zamanı yakalamanın artık imkânsız olduğunu vurgulayan anlatıcı ilk kesitte yelkovan ve akrebi nitelemek için kullandığı “ağırbaşlı” ve “yakalamak bazen mümkün” sözcükleri ile tezatlık oluşturmaktadır.

Yazar-anlatıcı elli dördüncü ve elli beşinci satırlarda çocukluğundaki zaman algısının şimdiki zaman algısından farkını retorik sorular yönelterek vurgulamaktadır. “zamana karşı çaresiz değil misin?” sorusunu yazar-anlatıcı kendisine olduğu kadar okuyucuya da yöneltiyor. Bu şekilde yazar-anlatıcı hem bir anlamdan geçmişteki düşünceleri nedeniyle yakınıyor, hem de okuyucunun da aynı yanılgıya düşmesini önlemeye çalışıyor. Bu satırlarda yazar-anlatıcı öznel ve nesnel zaman kavramları arasına da bir duvar örüyor. Zamanın hep aynı biçimde aktığını vurgulayan yazar-anlatıcı bahsi geçen birey çocukta olsa yetişkin de olsa her zaman farklı bir zaman algısına sahip olacağının altını çiziyor. Bu satırların devamındaki paragrafta yazar-anlatıcı günümüz dünyasındaki “saniyeyi bile gösteren” saatlerden bahsediyor. Artık zamanın ne kadar paha biçilemez olduğunun altını çizen anlatıcı “akrep”, “yelkovan” gibi “geçmişe ait” ögelere yer vererek çocukken zaman algısının ne kadar farklı olduğuna göndermelerde bulunuyor ve bu iki zaman arasındaki farka işaret ediyor. Altmış ikinci satırdan altmış dördüncü satıra uzanan bölümde yazar-anlatıcı günümüz dünyasında saatlerin göze daha fazla battıklarını ve sanki zamanı daha hızlı akıyormuş gibi gösterdiklerini anlatıyor. “Dakikanın nasıl geçtiğini anlamak için beklemeye gerek yoktu” tümcesi ile beklemese bile bu saatlerin zamanın hızlı bir şekilde aktığı hissiyatını verdiğinden bahsediyor yazar-anlatıcı. Buna ek olarak, saniyeyi gösteren saatlerin bireyin zaman tarafından nasıl sıkıştırıldığını ve kovalandığını hissettirdiğini de “alarm işaretleri gibi” kelimeleri ile aktarıyor. Bu saatlere karşı genel tutumunu da “sinir bozucu, korkutucu, ürkütücü” kelimeleri ile betimliyor ki bunlar da çocukluk döneminden kalma saatleri nitelemek için kullandığı “işlemeli” kelimesi ile tezatlık oluşturuyor ve bu da çocukluğundakiyle, yetişkinken ki zaman algıları arasındaki farkı somutluyor.

Kısacası, İlhan Selçuk’un Düşünüyorum Öyleyse Vurun adlı denemesinin ana iletisi bir bireyin zamanı algılayışının çocukluk ve yetişkinlik evreleri arasında ciddi farklar göstereceğidir. Çocukken birey zamanın daha ağır aktığını düşünürken yetişkinlikte zamanın onu kovaladığını hissetmektedir. Günümüzün modernleşen dünyasında ise bireylerin zamanı gerek iş gerekse okul gibi nedenlerden dolayı giderek kısıtlanmaktadır. Bu nedenle de Selçuk’un bu denemesinde konu aldığı durum aslında bütün bir insanlığın zamansal gerçekliğini temsil etmektedir.

-Bora

İki Binlerin Daha Erken Nostaljisi // Ege Dündar, “90’ların erken nostaljisi...”

İki Binlerin Daha Erken Nostaljisi

Ege Dündar, “90’ların erken nostaljisi...”, Milliyet, 7 Nisan 2013 

Nostalji, bireylerin geçmiş ile bağlantılarını hatırlayarak bunlar üzerine düşünmeleri ve yorum yapmaları olarak tanımlanabilir. Metnin içinde bireysel deneyimlerin birinci tekil kişi ağzından anlatılması ve anlatıcının okurla konuşuyormuş izlenimini vermesinden dolayı deneme olduğu söylenebilecek Doksanların Erken Nostaljisi adlı eserinde Ege Dündar, daha sadece on sekiz yaşındayken yaşadığı nostaljiyi okuyucularla paylaşıp büyük resme değinmektedir. Anlatıcı ilk önce geçmişine ait hatıralarının günümüzde yaşamasına sebep olduğu nostaljiyi aktarmakta, daha sonra da bu nostaljiyi küresel bir sorunla ilişkilendirmektedir.

Metnin ilk kesitini bir ve ikinci paragraflar oluşturmaktadır. Bu kesiti okura yazar-anlatıcı sunmaktadır. Bu, anlatıcının düşüncelerini metin boyunca bireysel deneyimleri aracılığıyla aktarıyor olması ile kanıtlanabilir.  Bu kesitte ve metnin kalanında anlatıcının seslendiği kitleyi anlatıcı ile aynı nesilden, doksanlardan, gelen bireyler oluşturmaktadır. Anlatıcı, bu kesitte “sanal bebekler, tasolar, Pokemon kartları” (1) gibi örnekler ile okura bağlanmaya çalışmaktadır. Bu örneklerin seçilmesinin sebebi doksanlar kuşağının simgeleşmiş nesneleri olmalarıdır. Bunun devamında, “18 yaşındayken nostalji yapmak...” (2)  tümcesinde kullanılan üç nokta anlatıcının bu durumu garipsediğine işaret etmektedir. Bu noktalama işareti seçimi aynı zamanda eksiltili bir cümle oluşturarak okuyucuyu okumaya devam etmeye yönlendirmektedir. Anlatıcı, doksanlardan kalma oyuncaklarının bulunduğu “sandığı” betimleme yoluyla tasvir etmektedir okuyucuya. Bu şekilde anlatıcı metnin tonuna gizemli bir hava katarak merak uyandırmakta, okuyucunun ilgisini çekmektedir. Buna ek olarak, oyuncak sandığının içinde bulunduğu odayı “karanlık, tozlu” (4) olarak betimlemesi anlatıcının çocukluğunun içinde bulunduğu sandığın ve dolayısıyla da çocukluğunun artık geride kaldığına, “tozlandığına” dikkat çekme biçimidir. Bu şekilde anlatıcı yaşadığı nostalji duygusunu daha iyi bir biçimde aktarabilmektedir. Altıncı satırda “sandık” sözcüğünün iki defa arka arkaya farklı cümlelerde kullanılması anlatıcının bu sandığa ve geçmiş anılarına verdiği öneme işaret etmektedir.  Sekizinci ve onuncu satırlar arasında anlatıcı oyuncaklarına abartılı özellikler yüklemekte –“tanıklar” (10) gibi– ve bu şekilde onların onun için ne kadar kıymetli olduğunu ve oyuncaklarının geçmişini oluşturan bir parça olduğunu vurgulamaktadır. Bu da yaşadığı nostaljinin büyük boyutlarda olduğunu hissettirmektedir okuyucuya. “Tebrik ederiz 90’ları başarıyla geçtiniz” tümcesi anlatıcının oyuncaklarına verdiği önemin maddesel olmadığını göstermektedir okuyucuya. Anlatıcı için bu oyuncaklar aynı zamanda onun geçmiş günlerini temsil eden sertifikalar niteliğindedir. On dört ve on altıncı satırlar arasında anlatıcı yaşadığı nostaljinin hüznü doğurduğunu aktarmaktadır. Akranı olan okuyucuların da aynı duygulara sahip olabileceği de düşünülürse, anlatıcı burada bir duygudaşlık kurarak anlatımını daha etkili hale kılmaya çalışmaktadır. Anlatıcı ilk kesitte anlık nostaljilerle anlatımının ortasında sık sık duraklamaktadır. Bu anlık nostaljilerden birisi “... Gameboy da oynardık, sek sek de...” tümcesidir. Bu tümce, metnin akışını bozmaktadır ki bu da anlatıcının ani bir şekilde nostalji duyguları ile sarıldığına işaret etmektedir. Kullanılan üç noktalar da bu tümceyi metnin kalanından ayırma görevi görmektedir. İlk paragrafın sonunda doksanların nesline hitap eden çeşitli örneklerle anlatıcı duygusal yönden yakalamaya çalışmaktadır okuyucuyu. Bunu yaparken de üç nokta kullanıp örnekleri birbirinden ayırarak anlatıcı nostalji yaşamasına sebep olan örneklerden çok olduğunu okuyucuya iletmektedir. Bir grup örnek daha sıraladıktan sonra “Hepinizi kaldırıp atacak mıydım?” tümcesi ile anlatıcı bu soruyu aslında kendisine sormaktadır ve yanıtı açık bir biçimde “hayır”dır çünkü metin boyunca, sahip olduğu oyuncaklarını koruma eğilimi gözlemlenmektedir. Geçmişi ile ilgili örnekler vererek güçlendirdiği argümanı, oyuncaklarını atamayacağı, sonrasında soruduğu bu soru okuyucuyu ister istemez anlatıcının haklı olduğunu düşünmeye itmektedir. Bu sayede okuyucu, anlatıcının oyuncaklarına neden önem vermekte haklı olduğunu görebilmektedir ve onunla duygudaşlık kurabilmektedir.

Metnin son kesitinde anlatıcı yaşadığı nostaljiyi büyük resim çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu kesitte anlatıcı “yetişkinler ile çocuklar arasındaki çizginin silikleştiğini” savunmaktadır. Bunu yaparken bir kıyaslama sunmaktadır okuyucuya. Kendi çocukluğunda yaptıklarıyla yeni neslin çocuklarının yaptıkları örnekleme yoluyla anlatılmaktadır bu kesitte. Kendisinin çocukken “saklambaç oynamak” gibi çocuklara özgü aktivitelerde bulunduğunu belirtirken yeni neslin artık “bilgisayar başında zaman geçirmek” gibi faaliyetlerde daha fazla bulunduğunu söylemektedir anlatıcı. Bu düşüncesini geliştirmek ve akranlarının ona hak vermesini sağlamak için anlatıcı, hüzün ve nostalji duyguları açığa çıkartan örnekler kullanmakta, sonra da bunu günümüz çocuklarının yaptığı aktivite olan “bilgisayarda vakit geçirmek” ile kıyaslamaktadır. Özellikle de bu örneğinin seçilmesinin nedeni anlatıcının argümanını, yetişkinler ile çocuklar arasındaki çizginin silikleştiğini, destekliyor olmasıdır çünkü hem yetişkinler hem de çocuklar bilgisayara erişebilmektedirler, bu onların ortak paydasıdır ancak, diğer örnekler gibi, saklambaç çocuklar özgü bir oyundur. Son paragrafın altıncı satırında kullanılan üç nokta da okuyucuyu bu güncel mesele hakkında, metnin akışı arasında bir boşluk sağlayarak, düşünmeye sevk etmektir. “şimdiki çocuklar ve yetişkinler arasındaki çizginin silikleştiği” anlatıcının metnin tamamı boyunca tekrarlı bir şekilde kullandığı bir kalıptır. Bu şekilde anlatıcı üzerinde durduğu noktayı daha fazla vurgulayabilmektedir. Metnin sonunda vermekte bulunduğu “Çocuklar ve yetişkinler tarafından aynı Playstation oyunlarının oynanması” örneği ile anlatıcı çocuk oyunu ve yetişkin oyunu algısı arasındaki keskin ayrımın artık kalmadığına dikkat çekmektedir: anlatıcının çocukluğunda çocuk oyunlarının daha sevecen, daha çocuksu olduğu, yetişkin oyunlarının ise çocuklara uygun olmayan ögeler içerdiği tahmin edilebilir okuyucu tarafından. 

Sonuç olarak Ege Dündar, Doksanların Erken Nostaljisi adlı denemesinde erken yaşlarında yaşadığı nostaljiyi ve bu nostalji sayesinde sorguladığı “nostalji yaşama” yaşının giderek azaldığını, çocukların giderek yetişkinleştiğini anlatmaktadır. Bu düşünceyi de, kendi yaşadığı nostaljiler ile temellendirmektedir. Bu nostaljileri tam on sekiz yaşında, yani çocukluk ve yetişkinlik sınırında yaşadığını belirtmesi de onun bu argümanını kanıtlar niteliktedir. Günümüz değişen dünyasında “nostalji olma yaşı” bile bu değişimden payını almaktadır.

-Bora

Öne Çıkan

Cinsiyet Eşitsizliği İzleğinin Sınıf Farklılıkları Üzerinden Yansıtılışı // Sabahattin Ali, "Kuyucaklı Yusuf"

Cinsiyet Eşitsizliği İzleğinin Sınıf Farklılıkları Üzerinden Yansıtılışı Sabahattin Ali, "Kuyucaklı Yusuf", Yapı Kredi Yayınları, ...

Popüler